ANALAR AĞLAR , DEVLET AĞLAMAZ
Televizyonda Kültür ve Turizm Bakanının terör örgütünün saldırısı sonucu verdiğimiz Şehitleri anlatırken ağlaması onu duygulandırmak bir tarafa öfkelendirdi . ‘’ Devlet Ağlıyor , biz şimdi kime güveneceğiz. ‘’ Devletin görevi ölenlerin ardından ağlamak yerine ; buna sebep olanları ortadan kaldırmaktır . Zaten Devletin varlık nedeni halkının can güvenliğini sağlamak değil midir ? Çanakkale’de , Sarıkamış’ da, Arap Çöllerinde , Kurtuluş savaşında verilen yüzbinlerce Şehidin ardından anaların döktüğü göz yaşları sel olup gitmesine rağmen , Türk Devleti her geçen gün daha da güçlenerek bugünlere gelmiştir. O halde dökülen bu göz yaşları neden ? Bir avuç kendini bilmez , bölücü Vatan hainlerinin kelleşçe saldırıları sonucu , her karış toprağı Şehit kanı ile sulanmış bu aziz Vatan toprağına , tertemiz alnından vurularak düşenler için mi ? O Şehitler ki akıttıkları kan ile ülkenin birlik ve beraberliğini, Vatanın bölünmez bütünlüğünü kurtarmaktalar .
Ankara’da Kızılay’da bir gurup Liseli genç ellerinde Türk Bayrakları ile terörü lanetlemek için yürüyüş yapmaktalar . ‘’ Şehitler ölmez, Vatan Bölünmez, Kahrolsun ….., Ne Mutlu Türküm Diyene .. Onlar önde , polisler arkada , bu zamana kadar hep ağladık , hep yürüdük , söylevler çektik , şimdi bu yürüyüşler o kadar olağan hale geldi ki, organize olup , içimizdeki öfkeyi haykıracak kalabalık dahi bulamıyoruz.
Benim de 1958 – 1961 yıllarında okuduğum Kayseri Lisesi 1920 – 1921 öğretim yılında mezun vermedi . Son sınıf öğrencileri ; Mustafa oğlu İsmail, Osman oğlu Ahmet , Şükrü oğlu Seyit Ahmet , Ahmet oğlu Mustafa , Numan oğlu Mehmet , Hacı Ahmet oğlu Mustafa , Hacı Mehmet oğlu Halil , Nuh oğlu Cemal , Emin oğlu Hacı Mehmet , Derviş oğlu Ahmet Sakarya savaşı için cepheye gidip Şehit oldular.
Liseli Şehitler Destanı
Selâlar verildi minarelerden,
Meydanlara al bayraklar asıldı,
Taş döşeli avlusunda mektebin,
Kitaba, silaha eller basıldı.
Dualar edildi, helâlleşildi.
Bir daha bir daha vedalaşıldı.
Yılanlı dağa,
Hasan Dağı'na,
Dağların hasına, Ali Dağı'na,
En son Erciyes'in ak doruğuna,
Dünya gözü ile bakıp, gittiler...
Artlarında gözü yaşlı türküler...
Kölesi olduğum
Efendi ağa!
Kayseri nere,
Nere Sakarya?
Sakarya, soyumun kader çizgisi.
Tarihin yeniden yazıldığı yer.
Baş eğmemek için,
Nice canların,
Azrail'le bile dövüştüğü yer.
Vatan diyebilmek için
Tekrar vatana,
İmanın imkânla
Boğuştuğu yer.
Tuttuğu mevzide,
Tırnakla, dişle
Her karışı için
Etin, kemiğin
Demirle, çelikle
Ölçüştüğü yer.
Kanla karışarak
Kara toprağın,
Hilkat çamuruna
Dönüştüğü yer.
Aklın durup,
Dilin tutulduğu an,
Sakarya, yüreğin konuştuğu yer.
Havada barut kokusu,
Toprakta kan.
Ağustostan eylüle doğru zaman
Ölüm kokuyordu.
Yorgundu,
Sakarya ufkunda akşam
Parmaklar yorgundu,
Tetikler yorgun.
Sıcak namlularında
Topların, tüfeklerin,
Gülleler, mermiler dinleniyordu.
Biri türkü söylüyordu siperde.
Gesi Bağlarında dolanıyordu,
Usuldan usuldan
Ses perde perde.
Bir top gül soluyordu,
Derviş oğlu Ahmet'in
Alnından vurulup düştüğü yerde
İrice bir taşa vermiş sırtını,
Oturur gibiydi yer minderinde.
Ana elinden şefkatli,
Baba elinden merhametli,
Bir başka el
Okşuyordu saçlarını
Osman oğlu Ahmet'in.
Henüz soğumamıştı bedeni,
Kanı ılık ılık akıyordu.
Gülümsedi;
Ölüm zannedilen ölümsüzlüğe,
Yarı açık gözleri,
Üç beş adım ötede
Duran koluna bakıyordu.
Mangal gibi yüreği,
Mangal dağına yanıyordu.
Saklamıyordu gözyaşlarını
Nuh oğlu Cemal,
Hıçkıra hıçkıra yalvarıyordu;
"Geri almadan Türbe Tepe'yi
Yarabbi! Alma canımı "diyordu.
Koşarken kuş hafifliğinde
Yokuş yukarı.
Ölümden yana yoktu tasası.
Öbür yüzünü tepenin
Görememekten korkuyordu.
Al renkli güller açtı göğsünde.
Kaldırdı başını
Göğe sitemle.
Al bayrağı gördü,
Türbe Tepe'nin tepesinde.
Sonra, altlarından ırmaklar akan köşkleri..
Siperdeydiler sabaha karşı,
Uyku ile uyanıklık arası.
Aynı rüyayı gördüler.
Erişilmez bir mesafede
Açmış kucağını,
Gülümsüyordu yüzlerine
Mustafalar'ın en güzeli.
Beraber fırladılar siperden,
O'na doğru.
Beraber yediler kurşunu.
Beraber düştüler toprağa.
Ahmet oğlu Mustafa'yla.
Hacı Ahmet'in Mustafa.
Gülümsüyordu yüzlerine
Mustafalar'ın en güzeli,
Doğrulup uzanabilseler
Ellerine değecekti elleri.
Gövdeler gördü.
Kolsuz, bacaksız,
Kimisi inliyor,
Kimisi cansız,
Kan içinde yatanlardan utandı.
Bir can için değer miydi?
Dipçik vardı,
Süngü vardı,
Davrandı.
Ölümsüzlük için,
Ölüme doğru.
O ne müthiş hücumdu.
Muhteşemdi doğrusu,
Mehmet oğlu Halil'in
Tek kişilik ordusu.
İki yürek verdi omuz omuza
Erciyes dağının çatalı gibi.
Sonra çığ oldular,
Kaya oldular,
Koparcasına doruklardan,
Öyle uçtular ki
Düşman üstüne.
Biri Numan oğlu,
Diğeri Emin
Ne dirisine,
Ne ölüsüne
Rastlayan olmadı
iki Mehmet'in.
"Bir geçerse" diyordu,
Mustafa oğlu İsmail.
Bir geçerse,
Sakarya'yı bu Yunan,
Ankara'nın, Kayseri'nin
Vay haline!
O zaman...
Her yumuşunda gözünü,
Hunat'ı, Cami-i Kebir'i,
Hacıkılıç'ı görüyordu.
Ve nice ezansız minareleri...
Hücum emriyle beraber
Can havliyle fırladı,
Yaralı bir kurt gibi siperden.
Önce bir sızı göğsünde,
Sonra tanımadığı bir sıcaklık.
Her şey karanlığa dönmeden önce,
Anası göründü gözüne.
Gülümsüyordu,
Başka analarla beraber.
Hunat'tan, Cami-i Kebir'den
Ezanlar okunuyordu.
Gürül gürüldü minarelerden.
Ne bir adım geri,
Ne de ileri.
Saatler ay gibi
Yıl gibi uzun.
Bir de tepesinde eylül güneşi.
Şükrü oğlu Seyit Ahmet
Bunalmıştı sıcaktan.
Şimdi Erciyes'in eteklerinde
Esen rüzgârlara verip bağrını,
Kar suyunu bakır tastan
Yudumlamak vardı ya...
Değerdi doğrusu
Dünya malına.
Bozdu sessizliği şakırtıları,
Gölgeledi güneşi
Süngü ışıltıları.
Hey ağzını yediğim
Süngülerin süngüsü,
Bugün beklenen gündü,
Beklenen saat bu saat.
Kan renkli bir heykele benziyordu.
Dudaklarında bakır tasın serinliği,
Kaçan Yunan'ı seyrediyordu öylece.
Sakarya kıyısına düşmeden önce.
Kanla yıkana yıkana
Temizlendi
Sakarya'nın doğusu.
Onlar
Geri dönmeyi düşünmeyenler.
Onlar,
On binler,
Yüz binler.
Bu topraklar için
Can veren erler.
Sanılmasın,
Belirsiz mezarlarda kaldılar.
Hür ufuklardan vatanın,
Hem gece
Hem gündüzüne,
Doğacak aylara yıldız oldular.
Fazıl Ahmet Bahadır
Saygılarımla,